Bilsen Basaran

 
Çark Masalı Fiil Kan Saatleri Kilit Tanrının Kadınları Taş Sorgusu Tecrit
Madımak Çığlığı Özgürlük Tille Yaşama Katılmak

“MADIMAK ÇIĞLIĞI” NI ÖREN SESLER / UMARSIZ ZAMAN

                                                                                 
“İnsan kendini yalnızca insanda tanır.” diyordu Goethe. Ben insana bakıyorum bir ömürdür. Kendimi tanıyacağım insanı ararken ağına düştüğüm umarsız zamanlar içinde,  tanınmaz hallere,  tanımsız acılara inip çıktıkça,  insana koşup insandan kaçıyorum. Bu çelişki kuyusunda çırpınan hepimiz birbirimizin peşindeyiz. Ayak izlerimizin, bastığımız toprağı öldürüp çimenini kuruttuğunu bile bile birbirimizin peşinde amansız bir kinle saklana görüne yol almaktayız. Bedenleri ezmeye güç bulamayan ayaklar, gölgeleri ezmekte ustalaştıkça soluksuz kalıyor yürek. 
Hepimiz birbirimizi hapsediyoruz. Hem duvar, hem kafes, hem gardiyan olmanın kıyıcı keyfiyle kan biriktiriyoruz. Hepimiz birbirimizin kanını seviyoruz. Kan çıkmadıkça ceset görmedikçe irkilmiyoruz, uyanmıyoruz.
İçimizdeki kıyıcı ses, o bastırılamayan vampir çığlığı, hem insan, hem hayvan, hem bitki için olmazsa olmaz olan soluk alma hakkı önünde susuyor. Kulakları, hayatları yırtan, kanın yürüyüşünü donduran bir anlayışın çığlığı... İnsanlığın bildik çığlığı bu. Beşikten mezara  süren, gücün ezenin güçlünün notalara ve sese sığmayan ateşten marşı. Kendi aynası dışına düşeni ölümle, kıyımla, yıkımla, ateşle, kanla, kinle, zulümle, işkenceyle yani ‘insanı insanda tanınmaz hale getiren’ bir us ve yürek yıkımıyla yeniden yeniden yok eden hayvani böğürtüler toplamı bir çığlık.
Günlerdir Zeki BÜYÜKTANIR’ın  “MADIMAK ÇIĞLIĞI” adlı kitabını okuyorum.  Sivas’tan Madımak Oteli’nden yükselen alevler avuçlarımı yakıyor. Kitaptan kilometrelerce uzağa, o günlerin kavuran ateşine düşüyorum birden.  Soluk alamıyorum. Kalkıp oda oda dolaşıyorum. Seslere, o dışarıdan odama sızmaya çalışan sokağın arsız seslerine sığınıyorum. Ucu nara kesmiş bir mıh oyup duruyor gözbebeklerimi. Ağladıkça bileniyor sızım. Aradan geçen ondört uzun yılın yaralara kabuk ol(a)madığını, ateşin küle dön(e)mediğini, Sivas’ın göğünü tutan duman duman, bulut bulut insan eti kokusunun dağılıp gitmediğini biliyorum.
Ah, Goethe kardeşim diyorum “İnsan kendini yalnızca insanda tanır.” demiştin ya, insan kendini hangi insanda tanır. Gaz döküp yakan, yakıp çılgınca sevinçle coşan, alevleri yiyen insan çığlıklarından şeref uman insanda mı tanır insan kendini? Tanrıyı, dini, kutsal olanı yerle bir eden canavarlar, tanrı adına din adına, kutlu olan adına canavarlaşırken, gazalarını kutsayan it dölleri ulumalarını arşa vardırırken nerededir insan olan insan?
2 Temmuz 1993’te Madımak’tan yükselen alevlere gelesiye nice alevlerden geçti kendini insanda arayan insan. İnsan olmaktan utandı. Hayvanın ne yüce bir hayvan yüreğiyle donatıldığını, hayvan usunun hem de kutsal betiklere meydan okurcasına ulvi, kutlu, onurlu duyumlarla sarmalandığını, eşi öldürülen Angıt kuşunun avcının saçtığı kana baka baka eşinin ölü bedeni yanına kendisini diri diri ölüme yatırdığını gördü. Bir parsın, bir pars leşine dokunmadığını yemediğini gördü. Eminönü’de güvercinlerin yaralı bir güvercini bedenlerini birleştirip halka yaparak ortalarına alıp koruduklarını, beslediklerini, yemlediklerini gördü ve hayvan olmadığından utandı.
“MADIMAK ÇIĞLIĞI”na başlarken yazar, yükselen alevlere su taşıyan serçelerle, kırlangıçlarla söyleşmekte. Onların sızılı telaşına, o küçücük gagalarına konan bir damlacık suyla Madımak yangınına yetişip canlar kurtarma çabasına tanıklık etmekte.
Sonrası bilinir bu zulmün. Yananlar çıradan güle döner toprakta, kalanların etinde şerhem şerhem gül başlı yaralar. Ya yüreklerde kalanlar? Ondan ötesini yaratan da bilmez. Katiller, kıyıcılar bilir ama, onlar meclis kürsüsünde millet, onlar tanrı katında cennet olurlar.
Sevgili kardeşim Goethe, “İnsan kendini yalnızca insanda tanır.” diyorsun ya. Hangi insanda? Zulüm görmedinse bu topraklarda, benim topraklarımın öyküsünü sızısını da mı dinlemedin, okumadın, bilmedin...Çağlarca; asılanlar, başı bedeninden ayrılanlar, derisi yüzülenler, yakılanlar, kuyulara doldurulanlar, sürülenler, gömülenler tarihinden aktık geldik bugünlere. Araya umutlar girdi bazen, güzelleşti gök, toprak, insan. Dedik ki hah nihayet ışığın ak pak yüzüne girdi umut. Bir de baktık ki bezirganın, satıcının, aymazın, kalleşin dölü bitek toprakta. Açtıkları yaralar dikiş tutmaz oldu. Koktu, kurtlandı, yayıldı kokusu yedi düvele. İnsan gibi insanların yüzüne bakamaz olduk. Karanlık hep karanlık, lağım hep lağım gene...
“MADIMAK ÇIĞLIĞI”nı okurken gördüm ki, anlatılanlar sadece Sivas’ta yakılanlarla kalmıyor uzun bir utanç, sızı destanı gibi alıp başını akıyor olaylar, tarihin belleğinden bizim belleksizliğimizin aymazlığına. Anlatılanlar, yaşananlar bu toprağın gerçeği, tepeden tırnağa zulme boyanmış bir tarihten kopan anılar, olaylar, yaşamlar...
1915’ten başlayan Ermeni tehciriyle yaşanan olaylar, yiten hayatlar, Mustafa ve Lusi’nin umutsuz aşklarından sızan dil,din, ırk tanımayan yürek kavgaları, yitim, kıyım, daha ne bilinmez öyküler, katliam, tecavüz, toplu kıyım, başı var sonu yok bir kayış...ölümün ve zulmün karnına doğru bile bile, ite kaka, planlı programlı.
Sivas, Antep, Malatya arasına sıkışmış Tohma Çayı vadisinden bereketlenen o küçücük Gürün kasabasında yaşananları, onun tarihin ve sosyal yaşamın karnındaki unutulmuşluğuna meydan okuyan aykırı hayatını, Ermenilerle içiçe geçmiş yaşamlardan aldıklarının paha biçilmezliğini şaşırarak okudum. Ermenilerin ustalığında tüm kasaba evlerine yayılan Jakar tezgahlarında dokunan ipek şalların ta Manchester’e, Londra’ya satılıyor oluşuna, şirketleşen ithalat ihracat yapan esnafa, ünlü İpek yolunun Londra borsasına giderken Gürün’den geçişine, bugün bile esamesi okunmayan Gürünlü kadınların o günlerde ne çok saygı gördüğüne irkilerek şaşırarak tanık oldum. 
Erkekli  kadınlı ev ziyaretleri, kız istemeye damat adayının da gitmesi, yaş günü kutlamaları, kadınların tütün, kahve ve nargile içişlerindeki azamet ve hizmet, kilise ve cami çıkışı halkların iletişimindeki saygınlık şaşkınlığımı bir kat daha artırdı ve dedim ki kendi kendime ‘ karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmediğiniz, saçı uzun aklı kısa avratlar’ istendiğinde Ağahanım gibi hem ağa, hem de hanım edilebiliyormuş demek ki. Öyleyse neden seksen yıl sonra hala, bu ilkelce töre kıskacı ve silahların kıyıcılığı ve kadın üstündeki barbarca yıkım.
“ MADIMAK ÇIĞLIĞ”nı okurken, Yakup Kadri’nin “Yaban”ındaki Anadolu köylüsünün beynimi yiyen ilkelliği bir kenara itildi, yerini Cumhuriyet devrimlerinin aydınlığı aldı. Halk evleri, kitaba sevdaca tutkunun evi Kaşifiye Kitaplığı ve karayı ak kılan kitapla buluşmalar, Mustafa Kemal’in tüm yurdu yeni baştan kucaklayan aydınlığı, Şapka devriminin, Harf devriminin kutlu yankıları... II. Dünya Savaşı yılları Faşizmin kabaran vampirliğinin tüm dünyayı saran caniliği, karne yıllarının kahrı, 1940’lı yılların ülkemin yoksul, cahil, zavallı halkına giydirdiği ateşten giysiler...
Ateşe kesmiş bu kitapta ne isterseniz o var. Sarıkamış kıyımının iç titreten buzu, irticanın evler düzenler yıkan keskin kıyıcılığı, din bezirganlarının adım adım yıktığı yuvalar hayatlar, mitolojiden serpilen tanrıların Anadolu zenginliğine kattıklarına bakmaksızın sabana koşulmaya devam eden kör beyinler, 6-7 Eylül Olaylarının utancını besleyen aymazlıklar, Kızılderili Reisin Beyaz Saray’ın ateş suratlı başkanına yazdıkları, Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim’inden aydınlıklar, Lütfiye Aydın bacımın yanıp yanıp gül düğümüne dönen etlerindeki sızıyı döktüğü “Kül Tablet”inden seslenişler ve dahası Karşıyaka Vapurunda destan-şiir satan kara çantalı şairin şiirinden insana giden yolu buluşuna, yazarın gizli aşklarına tanıklık eden güzel İzmir’in imbat kokan sokaklarına uzanan umutlu, acılı, kavgalı, barışmalı upuzun bir yolculuk.
Ali Baba’nın, Kırk Haramilerin mağarasına girdiğinde şaşırıp kaldığı binlerce türden ışıltı içinde sersemlemesinden farklı bir duygu değildi yaşadıklarım. Küçük bir ansiklopediden binlerce bilgiye ulaşıyorcasına istekle yol aldım sayfalar arasında. Dil, yazım, cümle kurgusu, yayınevi hataları, baskı bozuklukları ne olursa olsun eksikliklerini fazlalıklarının altında tutmayı başarabilen bir kitap “Madımak Çığlığı”.
Yer yer tarih kitabı okuyormuşum hissi verse de, romandan çok otobiyografi tadında olduğunu yazarını ve yaşamından kesitler sunduğunu bilerek okuduğumu da itiraf etmeliyim.
Yıllar önce, Sayın Zeki BÜYÜKTANIR’ın birgün bu belleksiz toplumun usundan akıp gideceğini düşünmüş, çalışkan, mert, adam gibi adam olan, onurlu kaleminin ardından nefes nefese yaş, yıl, gün demeden koşmasının yok sayılmasına gönlüm razı olmamış onun için bir biyografi hazırlamış, kitabın adına da “Anadolu’nun Bilge Karıncası Zeki Büyüktanır” demiştim. Yıllar içinde onun bu çalışmayı ne denli hakettiğini, karıncaezmezliğinin yanında karınca gibi çalışkanlığını ve emeğe saygısını, nasıl namuslu bir yürek taşımakta olduğunu da gördüm. Kitabı hazırlarken onun Gürün yıllarına, Hasan Hüseyinli Gürün’e, anılarından akan acılı yıllarına defalarca gidip gelmiştim. O nedenle “Madımak Çığlığı” bir dönem kitabı olarak da okunmalı ve yazarın birikimiyle, anılarıyla, yaşamıyla harmanlanan toplumun varoluş mücadelesi kaygıları, olaylar, yaşananlar bir bütün olarak düşünülmeli, değerlendirilmeli.
Maraş Katliamının mahkeme tutanaklarından yola çıkarak yıllarca acı ve sızıyla ördüğüm  “Maraş’tan Bir Haber Geldi” adlı kitabımın içimdeki ateşi soğumamışken bir başka kıyımın kitabıyla buluşmak yürek sızımı körükledi.
Yazar güvercinlere, serçelere yangının üstüne gagalarında su taşıtırken, bir başka güvercini vurdular. Yüzüstü düşüp kaldı Hrant kardeşim yüreğimdeki ateşten güller üstüne.
Gene onlardı sahnede olanlar.
Ah kardeşim Gothe, sözlerim döne dolana hep insana, insana varıyor ya, hangi insana? Hayvanların kutlu varlığına söz diyemeyen yüreğimle neyi neye benzeteceğini bilemeyen zavallı dilimle, eli kanlıların vahşetinden kaçan gözlerimle o güvercin sekişli güzel insana kıyanları neye kime benzeteceğimi bilemeden susuyorum. Kalbim yırtılıyor.
Biz yaratanı, yaratılanı güzel yarattı diye severiz. Hacı Bektaşi Veli’nin dizlerinde oturup sonsuz güvenle, sevgi ve dostlukla dolu gözlerle, yürekle çağlara bakan o ceylanla parsı gördü mü katledenler. İşte insan olmak o gözlerde ve yüreklerdeki sonsuz güvenle yaşamak yaşatmaktı. İşte insan olan o ceylan ürkekliğini, o güvercin korkusunu unutturandı. O sımsıcak güvenle sevmekti dili, ırkı, dini, rengi kendinden başka olanı. İnsan olmak Goethe kardeşim, yalnızca barışı, sevgiyi, emeği, iyiliği, adaleti, düşkünü, farklıyı, zehri panzehire döndüren usu sevene tapınmayı bilerek haykırarak yaşamaktı. Yakılanların, kıyılanların, asılanların peşi sıra yitiyor umut, duyan yok sesimizi...çağ belleksiz, ölüm kıvrak, insan kalleş...şimdi karanlık bir dehlizden akıyoruz  milletçe, kimisi kupkuru tuzuyla, kimisi yanık bağrıyla.
Şimdi otellere doldurup yakmalar...
Şimdi insan külünden yaratıp yaratanı, satılık iman içinde arşa varmalar
Şimdi al kanlar içinde yüzüstü yatmalar
Şimdi al bayrak önünde katil fotoğrafları
Şimdi meclis kürsüsünde Sivas çıraları, Maraş katilleri, Çorum katliamcıları
Şimdi faili meçhulcüler, sümenaltı tosunlar, linççi güruhlar
Şimdi adamcıkların katlettiği “adam gibi adamlar”ın üstünden çıyan tezgahları
Şimdi çıkarcı iblislerin kandüğümünde bayrak vatan ulus inlemeleri...tanrıyı bayrağa sarıp, it ulumalarla sakal devşirenlerin toprağı olan bir vatanda ‘insan gibi insan’ nasıl bulunur Goethe kardeşim. İşimize geldiğinde “bir fincan kahvenin kırk yıl hatırını” işimize geldiğinde enseye kurşunlar saydıran üçkağıtçılar biz değil miyiz?
Katil adamcıklar güruhunun ekmeğine yağ süren korku, yalnızlaşma, yılgınlıkla, bu belleksiz çocuk yanımızla, sorumsuz zalim kıyıcı tavrımızla, sustukça sindikçe, büyüyecek bu karanlık. Onların soyunun ağzına dönecek her yan. İnlerini başlarına yıkacak güç için dayanışmak gerek elbet. Gidenlerimiz için, otuz yedi can için, kardeşim Rakel’in gözyaşlarındaki çaresizliğin derin ateşini külleyebilmek için, ceylanın parsla aynı tastan su içebilmesi için...                  

 

Şubat - 2007 / İZMİR

 

( Bu yazı ARDIÇKUŞU Sanat Edebiyat ve Kültür Dergisi’nde MAYIS 2007 Sayı: 98
Sf: 3-5’te / KIYI Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi TEMMUZ-AĞUSTOS 2007 Sayı:197’de  ve DAMAR Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi TEMMUZ 2007 – Sayı:196 Sf: 20-22’de yayımlanmıştır.)