Bilsen Basaran

 
Çark Masalı Fiil Kan Saatleri Kilit Tanrının Kadınları Taş Sorgusu Tecrit
Madımak Çığlığı Özgürlük Tille Yaşama Katılmak

YAŞAMA KATILMAK

                                              

            Bu kitabı bir kez okumuşum diyorum kendime. Tümce yanlarına, boşluklara aldığım notlardan belli. Öyleyse neden anımsamıyorum kitapta sözü edilenleri, olay örgüsünü, kahramanlarını...Besbelli öylece bakınarak, kahramanların ve kitaptaki yaşamın yanından salınarak geçmiş, izlere takılıp izler bırakarak yaşamamışım anlatılanları. Öyle ya, kimi kitapların izini tüm yaşamın içine sürüp arkasına takılıp başka yaşamlarla örtüştürüp bazen acımasızca bazen kayıtsızca benzetmeler, yakıştırmalar  yapıp tüm hayatlara taşımam, benim mi dikkatimi gösteriyor yoksa kitabın kalıcılığını, etkisini mi? Hangisini?
Sanal yaşamların peşine takılmaların, gülümsemelerle yol almanın kitabın iki kapağını üst üste koyarak bitirilebileceğini her okur bilir. Bitirilemeyecek denli keskin vuruşlarla yaşama sızan her olay, her duruş, her tavır katıldığımız insan yığını içindeki duruşumuzun da adını koyar. Yaşam kitabınızın iki ucu bir araya gelmez, getirilemez. Bu olanaksızlığı tetikleyen nice olaylar, katıldığınız daha doğrusu içinde sürüklendiğiniz yaşam denilen o acılı tatlılı selin bir ucunda kıyıya atılmanızı sağlamasıyla son bulur. Artık katılımcılığınızın üstüne son perde kapanmış, ışıklar sönmüş, görev bitmiştir. Başlangıcın neresi olduğunu anımsamazsınız bile.
Elimdeki adresle, kucağımdaki kolinin sıkıntısıyla günlerdir uykusuzum. Ben bu kolinin içine sığdırdıklarımla yaşamın neresinde olduklarını çok iyi bildiğim aslında hiç bilmediğimi de  bildiğim o insanlara ne söylemeyi umuyorum.  Umarsızca önüme, ayak uçlarıma bakıyorum dakikalardır. Hadi gir PTT’ye, uzat görevliye kutuyu ve bitir bu günlerdir içini kemiren dağınıklığı diyorum. Diyorum da böyle taşıma suyla dönen değirmenlerde buğdayın una dönüşemediğini, kimselerin karnının doyamayacağını da biliyorum. Ne çare!
“ Günışığı Yardım Mağazası / Bağlar- Diyarbakır” yazılı bu not küçük bir gazete kesiği üstünde. Yoksulluk, çıplaklık, açlık, sefalet, işsizlik...kısaca Güneydoğu’nun kavurucu dramının satır aralarına düşenler. “Gönderin eskilerinizi, işinize yaramayanları, attıklarınızı, atacaklarınızı...” diye uzayıp giden “ unutmayın burada onları bekleyen, onlara ihtiyacı olan yüzlerce insan yardımlarınızı bekliyor..”la sürüp giden kavurucu bir paragraf. Kesip almışım. Neden? Dertlerimi arttırmak için mi? Üzüldüğüm, yardım etmeyi planladığım için mi?
Şu duyarsız koca, yakıcı, kıyıcı ülkenin vurdumduymazlığını her dakika anımsamak anımsayabilmek için yüreğimin başına oturtacağım bir ateş topuna gereksinmem olduğu için mi? Kanımca hiçbiri değil. Sadece insanlığın, insan olmanın gerekliliğinin sorgulanabilmesi için cüzdanımdaki bu gazete kesiği.
Telefondaki ses Mukaddes Alataş’a ait. “ Ne olur unutmayın bizi, buraları..” diyor. “Yoksulluğun tarifi imkânsız. Ben İstanbul’da yaşarken buraların durumunu elbette biliyordum ancak gördüklerimden, yaşadıklarımdan sonra anlattığım anlatacağım hiçbir şey buraları tam olarak anlatamaz. Ne olur arkamızı bırakmayın. Kitap da gönderin. Hele çocuk kitapları... Öylesine açlar ki kitaba, yardıma, eğitime, şefkate...”
PTT’deki görevli kadın koliyle ilgili işlem yaparken gözleriyle soruyor, gözleriyle yanıtlıyor. Sonra dili çözülüyor. Yanılmışım. Yürekli, duyarlı,  sorumlu biri.
“Oraların durumu içler acısı diyor. Kaynım orda polis de. Yardım etmek, el uzatmak lazım. Madem ki devletin umrunda değiller, biz kardeşlerimiz olarak şefkat göstermezsek bu olaylar daha da artar. Hem terör, hem açlık yoksulluk... Bizim başımıza geldiğini düşünsek azıcık. Ayy ne korkunç!”diyor. “ Empati...”diyorum.” Biraz da merhamet!”
İzmir yanıyor. Sıcaklar bastırdı iyice. Evlerin ön yüzlerinde boy boy klimalar. Lokantalar, kafeler, yazlıklar, piknik yerleri adam kaynıyor. Ağaç altlarında, deniz kenarlarında keyif dolu meltemle yıkanıyor insanlar. Dondurma kutuları kol boyuna ulaşıyor alış veriş sepetlerinde. Yazlıklara giden yollarda otomobiller dizi dizi. Vitrinler cicili bicili mayo- bikini- mayokinilerle dolmuş. Mevsimin trendi, gözdesi, renk, model saçılmış televizyonlara. Haberlerden kan damlıyor, gerisinden meyve suyu...
YAŞAMA KATILAMIYORUM! Korkuyorum! Ülkemi ve İçimi yakan bu korkunç çelişki, bu kavurucu terkedilmişlik, bu kıyıcı uçurum, bu kanlı vurdumduymazlık, bu keskin- kesici fark nereye kadar, ne zamana kadar? Yanıtım yok!
İç savaş, kardeşler savaşı, kardeş katliamı bütün şiddetiyle sürüyor. Topraklar yanıyor, analar kavruluyor. Şirnak-Beytüşşebap’ta 1994 Haziran’ında şehit düşen Ali’m her dakika aklımda. Ağabeyimin bahar çiçeği kokulu kuzusu. Evlere sığmayanımız. Dünya güzeli bir babayiğit. Kimin umurunda. Sadece bizi kavurdu, anasını deli, babasını kanser ederek süzülüp gitti al kanlar içinde. Gidiyorlar hâlâ... gidiyorlar...gidecekler...kalbim kan dolu! Evet acı kan!
Yaşama katılamıyorum! Ülkemin her yanı yanarken, ateş oralara da kalbime de düşerken yaşama katılamıyorum. Belki de aklı yarım bir zavallıyım. Milyonlarca insan zil takmışken, içini tutuşturmuş bir meczup başka nasıl tanımlanır ki?
Sahalar insan dolu. Tribünler bayraklar, pankartlar ve çığlıklarla dolu. Top koşturanların, koşturanlara düdük öttürenlerin, o düdüğü çalanın eline verenlerin cepleri de dolu. Korkunç bir para akarı... Mafya, holding, şirket, para babaları, dünya devleri hep o topun tanrılığına kapaklanıyor, o tanrıya tapınıyor, o kutlu tapınçla çığlıklar tüm dünyayı sarıyor. Zavallı bir meşin yuvarlak,  leblebi beyinlerin hükmünde devleştirilip ağlara, dağlara, okyanuslara, devletlere, uluslara kafa tutar hale getirilirken, milyarlarca dolarlık transferler Afrika ülkelerinin devlet bütçeleri kadar paralar el değiştirirken Mozambik’te bir çocuk sadece kemikten ve deriden örme bedeniyle,  hayvan içgüdüsüyle kendisini parçalamak üzere yanıbaşından ayrılmayan bir akbabanın  sadece birkaç metre ötesinden  sürünerek Kızılhaç çadırlarına ulaşmaya çabalarken fotoğraflanıyor ve bu fotoğrafı çeken İngiliz gazeteci vicdanını susturamayıp aylar sonra intihar ederek yaşamına son veriyor. Birbirini doğuran bu haber zinciri dünyanın kanını emen ahlaksız emperyalist devletlerin haber kanallarından tüm dünya medyasına iletilirken  vicdanlar  .ok çukurunda titremeyi sürdürüyor, insan olmak son nefesini veriyor.
Bu tablodaki herkes yaşama katıldığını iddia etmektedir. Haklıdır da. Futbolcu görev bilinciyle ağları titretirken yerel ve ulusal onuru yükselterek,  kupaları toplayarak, dünyada tüm gözleri ülkesinin altın ayaklarına çevirerek ülke tanıtımındaki en yüce görevini yapmış karşılığında da hak ettiğini almıştır. Ondan ötesi artık vur patlasın çal oynasınlı bir yaşam neden olmasın ki? Hak edilmedi mi? Sevenleri, taraftarları otomobillerden taşıp, trafiği tıkayıp, hayatları alt üst edip, birkaç maganda kurşunuyla körpe çocukları devirmiş olabilirler. Geçiniz bunları efendim! Bıçakların, satırların, kurşunların yiğit bir ulusun kahramanlık objeleri olduğu nasıl unutulur. Yoksa siz bu ülkenin çıbanlarından, tehlikeli fikirleri savunanlarından, bölücülerinden misiniz?
Yaşama katılamıyorum! Ne okuduklarımın ne yaşadıklarımın ne de gördüklerimin etkisinden kurtulabiliyorum. Kaymak  kağıda titreyen yapraklar üzerine basılmış birkaç kitap elime geçiyor. Kapaklar avuçlarımdan akıyor adeta. Okumaya başlıyorum heveslenerek. O da ne! Baştan sona bir incir çekirdeğini bile doldurmayacak laf ebeliğine, sevişme sanatlarına, aptal fallara, yıldız ve tarot tuzaklarına, beslenme ve güzelleşme yollarına, kocanızı elde tutma metotlarına, tırnaktan tepeye kadınlığınızı kullanmanın sanatına dair bin bir türlü fırıldakla dolu kitaplar... Atsam kağıdına kıyamam, versem kime, niçin, nasıl verebileceğimi düşündüren, vermeye  bir kütüphaneye götürmeye bağış yapmaya dahi utanacağım, okuyana elinde tutana bir fiskelik yararı olmayacak zavallı sözcük öbeklerinden örme kitaplar. İçim sıkılıyor yine. Kağıdına, yitip giden o canım ağaçlara mı, bu kitapların basımına emek verenlerin emek ve zamanına mı, göz nuruna mı, yatırılan sermayenin amacına amaçsızlığına mı yanayım bilmiyorum ki. Onlarca değerli yazarın dosyaları kitaplaşmaya yayınevi bulamazken, emekler ve umutlar küflü çekmecelerde yitip giderken, bu ahlaksızlığın gelip dayandığı son perdede artık enerjim bitiyor derin bir off!! çekerek yaslanıyorum arkama.
Yaşamı yakalarından tutup sarsmak, hakkım olanı istemek, direnmek istiyorum. Diyorum ki örgütlü olmak, direnmenin ön koşulu, yaşama katılmanın da ilk merdivenlerinden. Haydi bas, doğrul ve yol al. Örgütlerime bakıyorum. Vur patlasın, çal oynasın sesleriyle, zurna ve davulun gümbürtüsü kulakları sağır edercesine baskın. Kimse kimsenin sesini duymuyor. “Ünlü olan diğer ünlü olanla dirsek nikahı kıymış, tu kaka diğerleriyle yapacak işi, konuşacak sözü kalmamış, Halep’i Şam’ı gezerken, çölde yiten kervanlar kimsenin aklında değil. Zaten yüzümüz batıya dönük.” Ülkem yanıyor!
“Erzurum’da tipili, karlı bir zemheri günü kadın hamama gider. Göbek taşına uzanır buram buram terler, kıpkırmızı olur, keselenir, dinlenir, yanakları bedeni alev alev gerinmekteyken, karda kıyamette bu tipili günde, at sırtında dağ köylerine çerçiliğe gitmiş kocasının tipide boğulduğu haberi gelir. Kadın ilk şaşkınlığı üzerinden atar atmaz “Aman o zaten salağın biriydi. Bu sıcakta tipide boğulmasından belli der.” Acıtan  bir öykücük.
Ben yaşama katılamıyorum. Aynı anda hamamla tipi gerçeğini algılayamayanlarla, eli kalem tutan ama kalemden akan nehri çöle sürenlerle aynı havayı solumaktan yorgunum. Sorgularken; yaşamı mı, insanı mı, koşulları mı, dünyayı mı, olay ve oyunları mı sorgulamak gerektiğine ışık aramaktayım hala. Hep “hepsi” demekten yorgun belleğim, usum, yüreğim!
“...
eski fotoğraflardan, hayat oyunlarından
süsler biriktiriyor kadın
bir ters bir düz ilmekler şişlerine / akıyor
iz düşmek için izsizliğinin peşinden
yarım yamalak ömrün günlerine.

kavga sonrası sevişmek gibi su
karışık defterlerden kendini seçiyor
alıyor yüzünün takvimini sarnıcın
kokmuş suyundan / öte yüze geçiyor.

kadın; bir, iki, üç...seksek taşı çocuk ayağında
gümbürtüler yapıştırıyor tuğlaların üstüne
çatlak sıvalar, yarık direkler, aksak ampüller
elliyor. elleri...elleri ayak / düşmüş önüne.

eski fotoğraflardan geçiyor kadın
gri boşluklar yıkıyor, sırça vagonlar diziyor
kökleri gökte ağaçlar suluyor
kadın suçun anası / meme uçları çıngırak
buz dağlıyor buzlara ağlıyor buz bağlıyor.

 
soruların kara korkusu  karnında / sesinden tanıyor
bir o soluk alıyor bir kadın / bir ters bir düz ilmekler
rahminde kördüğümler yangını irinli dönemeç
karanlık gözlü o kadın orda, eski fotoğraflarda  kanıyor.

kaplumbağa kabuğundan albüm ellerinde
elliyor sinmiş kendine çekilmiş zamanı
kalbi sırça kana biriken kandil / fitil fermanı.”diyen bütün yürekler için, parçaları bütünlemek, bütün renklere bürünmeyi denemek bütün ateşkeslere imza koyan ellerle yeniden tutunmak ve katılmak yaşama.
Pahalı olan elbette bu! Ateş pahası hem de. Yakabilmeyi başarmaksa ellerimizi, en güzeli!

                                                          

                                                                       İzmir / 2007

 

( Bu yazı AKKÖY Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi / TEMMUZ-AĞUSTOS  2007 / Sayı:43 Sf: 8-9 yayımlanmıştır.)