Bilsen Basaran

 
Çark Masalı Fiil Kan Saatleri Kilit Tanrının Kadınları Taş Sorgusu Tecrit
Madımak Çığlığı Özgürlük Tille Yaşama Katılmak

“TİLLE’NİN GELİNİ”

                                              

            Doğu ve güneydoğu’nun acı, kan ve kimsesizlikle şekillenmiş coğrafyasını, umarsız toprakların adları ve yazgısı meçhul kadınlarını, o kadınların teninden taşan ah’larını anlatan/ okuduğum kitaplar önce avuçlarımı, dilimi, gözlerimi sonra da yüreğimi kavurur hep. Bilirim ki hiçbiri düşsel, fantastik, kurgulanmış hayal ürünü  konularla  örülmüş değillerdir. Can yakıcı bir gerçeklik bağırır her sayfadan ve siz o coğrafyayı ve insanını bilen biriyseniz o kitabın avuçlarınızda nasıl alev alıp yandığını acıyla duyumsarsınız.
Rıfat MERTOĞLU “Ağıtsız Kadınların” ardından “Tille’nin Gelini”yle de bu alazı insan olan herkesin tenine taşımayı başarmış. Bunu peşinen açıklamakta bir sakınca görmüyorum. Doğu ve Güneydoğu, insanıyla yanıyor. İnsan orda çıra. Kadın başka, çocuk başka, erkek olan başka türlü yanıyor. Artık duygusallıkla, bölge sempatizanlığıyla ya da adını koyduğunuz her neyse, o bakışla da ilgisi yok anlatılanların. Dünyanın bilim, teknik, sanat ve bilgi patlaması yaşadığı çağımızda üstü örtülemeyen, örtüldükçe kokan, koktukça dayanılamaz hale gelen bir dizi, adı çağlardan taşan zulüm örgüsüyle uzayan / uzatılan töre-gelenek- görenek düzenbazlığı içinde insan, evet her cinsten insan öğütülüyor.
Bu değirmen döndükçe birilerinin ekmeğine yağ sürülüyor, birileri doyuyor, birileri ortaçağ anlayışının akarına, dev bedeniyle çöküp merkezdeki yönetenleri doyuruyor, el ele kucak kucağa bir derebeylik ki, iki taşın arasına bir buğday tanesince düşen her cinsten beden ezilip un ufak ediliyor. Gazeteler, televizyon, cinayet sağaltma programlarına gün doğuyor. Sarı saçlı tuzu kuru çenebazlar günlerce, haftalarca töre tartan terazileri elden ele geçirip o kanal senin bu program benim çuvallarını parayla dolduruyorlar. Gözü yaş, yüreği ateş, etleri ah dolu kadınlar, ekranların önünde utana sıkıla, yana yakıla  leçekleriyle örttükleri ağızlarının açık ucundan söz, örtülü gözbebeklerinin ucundan kara yaşlar döküyorlar.
Ey ahali! Bu anlatılanlar bir oyunun replikleri değil! Bu insanlar var! Yaşıyorlar! Hemen yanıbaşımızdalar, göçlerin, boşaltılan köylerin, korucuların, ağaların, devletin, yönetenlerin, jandarmanın zulmüyle toprağından kopartılmış, yani zulüm altından kaçmış, memleketi sandığı topraklarda, bu kez de başka bir zulmün kucağına düşmüş insanlar…Hani o otobüste, pazarda, markette rastladığın, senden olmadığını kolaycacık fark ettiğin, sonrada burun kıvırarak karnından konuşarak dizi dizi sözler boca ettiğin o insanlar…
TİLLE, Fırat’ın kenarında bir köy. Rıfat MERTOĞLU’nun anlattığı Tille, dünya güzeli bir yer. Okurken bunca güzellik, bunca acıyı nasıl barındırır, neden çürütüp kusmaz, yok edip salmaz sularına Fırat’ın diye düşünürsünüz. Kitabın dengbeji Ape Cimo, anlattıklarıyla yöre insanının üzerine bir avuç ferahlık serpmek isterken  gene Fırat’ın bitimsiz güzelliklerine ve dertlerine baş vurur. Koyaklarını, dipsiz uçurumlarını, sal üstüne sığınmış yazgısı ölüme ayarlı gençleri, suyun yuttuğu bedenleri, kıyıda çırpınan acılı anaları, yavukluları, başını yele veren köpük köpük suları, kabaran mavi suların hışmını anlatır, karın hükmündeki günler boyu, Tille’nin insanlarına. Ape Cimo anlatımıyla bir Dengbej, anlattıklarıyla bir ÇİROKVAN’dır. Yani masal anlatıcısı… Fırat’ı ak saçlı, pala bıyıklı bir dede olarak betimleyen, heybesinde bin bir çeşit meyve, yemiş taşıyan bereket simgesi bir çerçi olarak anlatan bu usta anlatıcı,ve onun gibi usta anlatıcılar  Güneydoğu halklarının  sözlü kültüründe önemli bir yere sahiptir.
Mehmet UZUN’un  Mezopotamya’yı anlatan kitaplarının tamamında olaylar örgüsünü Dengbej Biro’nun ağzından dinlersiniz. Muhteşem bir kültür ve söz hazinesidir önünüze serilen. Bu toprakların kadim kültürü, dil, din, yaşam zenginliği mutfağından, giyimine, sesinden türküsüne, tırnağından saçına kutlu ve varsıl bir ‘medeniyeti’ işaret eder. Ne ki yozlaştırılan ve çıkarlara alet edilen o güzelim iç yasaların, günümüzde nasıl acıyla çerçevelendiğini “Tille’nin Gelini”nde enine boyuna sorgulayabilirsiniz.
Fırat’ın boydan boya nane, yarpuz, hayıt, ağbandır, papatya döşeli kıyıları, vadilerden esen taze toprak, nane, ıhlamur, dağ çayı, hayıt, iğde kokusu yüklü rüzgarları, sulara serilmiş tolik, sarımsak otu, tere, nane, ağbandır, yarpuz demetleri, nar bahçelerini alavalasıyla dolduran kırmızı yumruk güller içinde bu ne yaman çelişkidir ki insanlar kavrulup yanmaktadır. Kumalık, din ve inanç bağnazlığı, dini ritüellerin akıl dışılığı, birbirini besleyen çelişkiler ve kız doğuran kadınla, doğuramayan kadın üstündeki zalim baskı…Doğu ve güneydoğu’nun ötelenemeyen ve yazık ki çağa meydan okuyan çağ dışılığıdır anlatılanlar.
Fırat’ın üstüne yapılan barajların su tutmasıyla, sular altında kalacak köylerden biridir Tille. Höyükleri, Şeyh Türbesi, yatırları, nar bahçeleri, Gülistan dedikleri cennet bozması bağ bostanları, okulu, bin bir acının tezgahı evleri, komları, ahırları, evlek evlek tarlaları, üzüm bağları hep su altında kalacak boğulacaktır. Hükümet yetkililerinin aylar öncesinden açıklama yapmalarına karşın bu büyülü toprakların, bu tanrı elinden serpilmiş güzelliklerin, suda boğulacağına kimse inanmak istememektedir. Sulara gömülecek olan sadece bunlar da değildir. Anıları, çocuklukları, gençlikleri, yaşlılıkları, acıları, sevinç ve kederleri, düşmanlıkları, kin ve hasetleri, hatta mezarlıklar ve mezarlardaki kemiklerin hayatları
/ öyküleri bile gömülecektir o kıpırtısız ölü suların böğrüne. Dayanılmaz olan da budur işte.
BERFERATİ de denilen köylülerin, yani, Fırat’ın kıyısı boyunca yer alan köylerdeki halkın, tek kaygısı, yeni bir yerde yeniden yaşam kuramamak değil,  her şeyleri olan bu ata toprakları dışına taşmaları halinde vazgeçtiklerinden kopamamaktır. Anılar, terk ettikleri topraklarda kalanlar, ölülerin döktükleri, onlardan devşirdikleri, şefkat ve sığınma duygularıdır onarılamayan ve taşınamayan. Ondan umarsızdırlar, kolsuz kanatsızdırlar, ne edeceklerinin nerden başlayacaklarının ayırdında değildirler…ama Fırat, o bereketin ve ölümün adı Fırat her gün biraz daha yükselmekte her gün yeni yeni topraklar yutmaktadır sessiz sedasız.
Kaçakçılar, kaçakçıların mayın yüklü topraklardan geçişlerinde jandarmayla yaşanan müsademelerdeki kıyımlar, olaylar,  yöre insanının geçim kaynaklarından biri olan kaçakçılığa farklı bir noktadan bakmaya yönlendiriyor okuru. Ekonomik  yetersizlikler, işsizlik, sanayi yatırımlarının kıtlığı, devletin sadece sopa gösteren tavrı,  aç, sefil, yuvasına ekmek götürmek zorunluluğundaki yöre insanını, yasalara meydan okumaya hatta canı pahasına mayınlı topraklar üstünde, kurşun yağmuru altında ölümüne ekmek kavgasına sürüyor. ‘Terkilerinde kaçak çay, kesme çeker, tütün, sigara kağıdı, renkli kadife kumaşlar taşıyan’ bu yoksul köylülerin adı kaçakçıdır ve evde aç bekleşen onlarca nüfusun tek ekmek taşıyıcısıdır bu adamlar.
Hatay-Yayladağı böylesi bir kaçakçı geçiş noktasındadır. Karakolda  askerliğini yapmakta olan Asker Aro’nun, işte böyle bir gecede, göğün kara balçıkla sıvalı olduğu o kan kokulu gecede,  kurşun yağmuru altındaki  topraklardan geçmeye çabalayan kaçakçılardan birinin tam da ensesine namluyu dayayıp kurşunu boşaltacağı o sıcak anda, canını bağışlaması  üzerine adamın, biraz da can diyeti olarak Aro’nun yanına kattığı on üç yaşındaki kızı Sera’nın bir meçhule  yolculuğuyla başlar kitapta anlatılacaklar.
Dil bilmeyen, Kürt değil Arap kökenli, farklı bir yaşamın çocuğu Sera, Aro Abisinin yanında daldan dala, taştan taşa savrulur yazgısının peşinde. Fırat’ın azgın sularından salla geçer, Nemrut’un dumanlı zirvelerine her dalışı yuva özlemini tutuşturur, Şıbli’nin merhameti, Kalo’nun hoşgörüsü, Sofi Hemet’in yıkan yakan gaddarlığı, Adule’nin çocuk yaralarını saran çocuk ellerindeki sıcaklık, Diyaper’in kalbine sığındığı masal geceleri, o masal gecelerinin Ape Cimo ile bin bir renge bürünen avutan yüzü olmasa, bir cehennemin dev ateşinin içindedir Sera.
Kaçakçı Seyhan’a gönül düşürür, Eşkıya Bekiro’dan cesaret toplar. Kubbe’deki yatır, bendane çalan ve zikreden sofilerin ağzındaki dualar, yatırların hikmeti, sığındığı kofikler, mağaralar, ağaç dipleri yaşamın gerçeklerinden ve kara yazgısından kaçma yollarıdır. Cinlerle boğuşanlar, cinli deliler, yatıra sığınanlar, ömrünü şeyhe adamış gönüllü kullar, ocağın kerameti, üfürük ustaları, dinin insan üstündeki yakıcı etkisi ve baskısı Sera’nin yaşadıklarıyla harmanlanarak ustaca anlatılmaktadır “Tille’nin Gelini”nde.
Kirveliğin,  bu topraklarda dostluğun, kardeşliğin, sevginin ve dayanışmanın perçinleyicisi olduğu, kirve olanların kardeşten ileri bir bağla bağlandıkları da anlatılmakta. Fırat’ın kustuğu cesetler sonrası acıyı paylaşma, eşkıyaya karşı dayanışma, kız alıp verme kuralları, hassasiyeti, toprak ve insan sahiplenme, maddi ve manevi  paylaşım kirveler arasında önemlidir ve çok ciddi bir sosyal kurumdur. Dahası bir suç ya da yıkım sonrası sığınılacak tek yerdir kirve ocağı. Öylesine güven ve inanç dolu bir sıcak göğüstür kirvelik.
Dillerini bilse boğazını yırtarcasına haykıracaktır  Sera;  Fırat’ın insan yutan köpüklerine, Nemrut Dağı’nın ulu başına, Fırat’a tepeden bakan bir uçurumun uç noktası Zinare Reş’ten  bütün vadiye, kartallara, rüzgarın uğultusuna, insanlara …Dil bilmezliği yüreğinde patlatırken mayınlarını o sadece babasının yolunu gözlemektedir. Babası gelecek, kurtaracak onu bu zulmün, bu yakıcı yalnızlığın kimsesizliğin karnından. “…Aro…Gavur Aro! Düzenbaz…Yalancı Aro!!!” Yorulana dek ağlamak, sonra kıvrılıp uyumak, sonra Zinare Reş’in zirvesinden vadiye acılarını haykırmak kendi dilinde, sonra susmak onların dilinde…”
Sonra aylar, sonra yıllar geçti. Öyküler anlatıldı dünden, uzun yıllar ötesinden, bugünden. Süzülmüş acılar ve dallanmış budaklanmış ağıtlar serildi önüne Sera’nin. Zaman kadın olmaya ilk kapıyı araladı ve Sera ve onun yazgısının ortağı aynı coğrafyaya saçılmış onlarca körpe / çocuk,  kadın olmanın giyotinine sürülerek omuz üstünde kesik bir başla yaşamaya mahkum edildiler. Yataklar tutuştu, bedenleri çıralandı, doğurdular, ana oldular, gözyaşlarıyla emzirdiler doğurduklarını, dayaklar, işkenceler, töre ölümleri yaşadılar…
Sera ana oldu, ana özlemiyle taşan etinden kızı Zel’i, Kevot’u besledi. İki çocuk daha besledi aynı dirençle etinden, dört körpe eli avuçlarına sığdırıp Siverek otobüsüne kaçak bindiklerinde Fırat yavaş yavaş yutmaktaydı Tille’yi. Arkasında zehirle örülü tutsak bir yaşam bıraktığını ama töreler gereği bu kaçışın ölümde son bulacağını bile bile kaçırıyordu, canından can verdiklerini uzaklara. Hiç olmazsa onlar yaşasındı. Hiç olmazsa onun çocukları onun kızları bu kara yazgının düğümünde boğulmasınlardı. Kendi yaşadıklarını, yüreklere sığmaz acıların ağıtların masallarını onlar dinlemesinlerdi. Yeterdi bunca çekilenler, yeterdi bunca unutulmuşluk! İnsan olmak, insan olduğunu duyumsamak ve insanca yaşamak için yoksulluğun, yersiz yurtsuzluğun, bir meçhulün karnına yola almak bile güzeldi. Varsın ucunda kurşun sesleri, varsın ucunda ölüm olsundu! Çocuklarına yeni bir hayat  bağışlarken hayatıyla diyet ödemek onun yazgısı değil miydi? Buna gönüllüydü Sera!
“Oy n’olaydım n’olaydım / Yayladağı’nda olaydım / Oy öleydim öleydim/ Yayladağı’na gömüleydim” ağıtı çocukluğunun, çocuk kadınlığının ve tüm ömrünün en ölümsüz ölüm ezgisi olmamış mıydı?
Sera sadece bu kadınlardan biri. Biz toplumca Güldünya’yı, Şemse’yi, Medine’yi ve daha nicelerini de tanıdık. Acıdık! Soğuk bir yel gibi esip başımızdan geçip gittiler dipsiz kuyulara. Lanet olsun onların yazgısına susan bizlere! Adına töre dedikleri, yavrusunu diri diri toprağa gömen anlayışa, yaratana meydan okurcasına  yaratılanın canını alanlara, gücü yetmeyenin başında yumruk tutanlara lanet olsun!
O nedenle önemsiyorum Rıfat MERTOĞLU’nun yazdıklarını. Cam fanusta yaşamayan, gerçeklerin üstündeki kalın çulu atıp dayanılmaz kokusunu ortalığa yayan cesaretini, arkasını unutmayan  tavrını, sorumluluklarını dilinin gergefinde iki dil içinde dokuma hünerini göstererek anlatmasını, dahası barış ve kardeşlikten ödün vermeyen  duruşunu önemsiyorum.  Rıfat MERTOĞLU, bildiği, tanıdığı ve tanığı olduğu bir coğrafyayı yazıyor. O nedenle başarılı. Yer yer Kürtçe konuşmalarla ördüğü diyaloglar ve Türkçe karşılıkları kitabın akıcılığını ve okurun ilgisini diri tutmasını artırıyor. Betimlemeler ve yöre insanına ilişkin detaylandırmalar dozunda ve ilgili insanlar için de,  o yöre hakkında bilgi sahibi olmayan okurlar içinde sürükleyici, doyurucu. Yazarın, ‘Sera ve Aro’yu konuştururken kullandığı ikinci tekil kişi “sen” söylemi bazı bölümlerde diyaloglarla uyumsuzluk göstermekte bu da okurun algısını zayıflatabilmekte’ uyarısını bir nazar boncuğu olarak kitabın ucuna takmanın- en sadık okuru olarak- hakkım olduğunu düşünüyorum.
Okumak gerek Tille’nin Gelini’ni…Hem de şapkamızı önümüze koyarak…! Son söz; gönlünüz, kaleminiz  Fırat’a benzesin Rıfat Mertoğlu. O toprakları terk etmesin kaleminiz!

 

                                                                              İzmir / 2010

 

 

( Bu yazı BERFİN BAHAR Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi MART 2010 Sayı:145 Sf: 74-75’te yayımlanmıştır.)