Bilsen Basaran

 
Çark Masalı Fiil Kan Saatleri Kilit Tanrının Kadınları Taş Sorgusu Tecrit
Madımak Çığlığı Özgürlük Tille Yaşama Katılmak

ÖZGÜRLÜK ...YARATI ÖZGÜRLÜĞÜ

 

                  

“ Özgürlükten, kişiliğin otoriteye üstün gelmesini anlıyorum.”
Benjamin Constant

            Özgürlük; “Herhangi bir şekilde herhangi bir şarta bağlı olmama hali, serbest.”  tümcesiyle ya da buna benzer tümcelerle tanımlanıyor sözlüklerde. Son derece yavan ve sözcüğü oluşturan harflerin içini bile doldurmaktan aciz bir söylem. Oysaki sayfanın ilk sözcüğünü “ÖZGÜRLÜK”olarak düştüğümde ekranda birdenbire oluşan ışıltının gözlerimi kamaştırmasını hatta nice gözleri kör ettiği düşüncesinin aklımdan bir ışık hızıyla geçmesini engelleyebilmem olanaksızdı.
Canlı ayağının değdiği ve bir canlının diğer bir canlıyla yan yana gelebildiği her yerde, konuşulan her dilde -ki buna hayvan ve bitki dilleri de dahil- ışığına köle olunan, uğrunda nice ‘özgürlükler’den vazgeçilen tek tapınılası varoluş sadece ve sadece ‘özgürlük’tür.
Uğrunda nice özgürlüklerden vazgeçerek gene ona, o sonsuz tapılası o kutlu dirilişe varmak belki bir paradoksu, belki de bir ironiyi yedeğine alarak ilerleyecek bu yazı boyunca ama yapacak bir şey yok. Özgürlük kendini var etmek için, dahası sonsuzcalığı için bütün kaleleri, bütün surları, bütün kasırgaları, bütün  kaosları, bütün silahları, bütün akılları, bütün yaşamları o kutlu iksiriyle yerlebir eden sonsuz güce aşk olarak sarmıyor mu akılları ve yürekleri. Bu aşkın vazgeçilmezliği değil mi tarihleri yazan, ulusları yaratan, sonsuzluğa dal uzatan dahası onuru, usla  dölleyerek ölümsüzlüğün DNA sarmalına o kutlu şekli, rengi salan.
Öyleyse özgürlük var edendir ve aynı zamanda yok edendir de. Çünkü özgürlük mutlak bir kavram olmaktan uzak, içinde yaşanılan ortama ve ideolojiye göre şekillenebilen bir komünist için farklı, bir liberal için farklı tanımlanabilen, farklı kültürlerin ve inançların farklı fırçalarla ve renklerle  boyayacağı bir idealler  toplamı /örgütlenmesidir  diyebilirim.
Hitler’e göre “Çalışmak özgürlüktür.” Seneca’ya göre ‘intihar etmek’ özgürlüktür. Bağımsızlık Bildirgesi’nde ise ölümün, adına ‘ötenazi’de dense, ölüme kayma özgürlüğünün asla yaşam içine asılı kalamayacağına işaret edilerek, ‘yaşam’kutsanırken,  ‘özgürlük’ün bir yüzü,  kara bir us perdesi arkasına itilerek bir anlamda bazı haklar ipotek altına alınarak   “Hayat, özgürlük ve mutluluk arayışı,  insanın doğumla, Yaradan’dan aldığı temel haklarıdır.”denir ve bu hakların sonuna dek kullanılması yasalarla koruma altına alınır(!). 
Yasa koyucularla, yasa uygulayıcılardan oluşan ‘tutulmayan vaatler mezarlığı’  ülkelerde mürekkebin diktatör, uysal halkın kurşun kalem olduğu düşüncesini hiçbir yasa ve Yaratan değiştiremez ve dayatılan yontula yontula yok olma özgürlüğünün (?) sonundaki im’dir zaten ezilen halkların gözünde ‘özgürlüğü’ kutlu, ölümsüz ve vazgeçilmez kılan.
Yasa koyucu dayatmadıkça, kişinin kendi özgür iradesiyle seçtiği ölüm de özgürlüğün bir başka açıdan tanımlanmasıdır elbette. Bireysel özgürlüğün, ölümü yaratma sürecindeki aktifliğidir ve bir ‘yaratı özgürlüğü’dür de aynı zamanda. HEGEL; “Ölüm bir özgürlüktür. İnsana verilmiş doğayı / varlığı olumsuzladığı, olumsuzlama olanağı verdiği için ve yalnızca ölüm bunu verdiği için,  ölüm bir özgürlüktür.”diyor. Belki de bireysel sezgilerin, ruhsal bir yıkımla sarmalandığı o son noktada bir sıçrama tahtası olarak kullanılabilecek bir özgürleşme süreci ya da bireysel özgürleşme yıkımı olarak da algılanabilmeli bu son. Ben, yaşam neyi dayatırsa dayatsın, gene de sezgilerin ışığını yok etmeden özgürleşmenin yollarını aramak da yarar olduğuna inananlardanım.
Yaratmanın özgürlüğüne / özgürlüğün yaratma sürecine ne denli etkili ve katkılı olduğuna kuşkusuz sezgi cephesinden bakmakta da yarar var. Fransız Şair Saint John Perse Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında Einstein onu arar, kutlar ve nasıl şiir yazdığını sorar. Aldığı yanıt “Sezgilerimle yazıyorum üstat.” olur. Einstein da “Çok ilginç! Ben de sezgilerimle bilim yapıyorum.”der. Bu diyaloğ bize, özgürlüğü besleyen ana damarlardan birinin ‘sezgilerin özgürlüğü’ olduğunu, sanatçıların bilim insanlarının yani yaratım süreci içinde olan her usun, sezgilerinde özgürleşmeden,  hiçbir alanda / hiçbir sanat dalında gerçek sanatı üretemeyeceğini anlatır. Özgür sezginin,  sanatın ana arterlerinden olduğu yadsınamaz.
Yaşamı deşifre eden, toplumların uygarlık düzeyini ele veren kuşkusuz ‘bilim, sanat ve politika’dır. Bu üç uğraşın doğuranı, emzireni, büyüteni  kısaca  anası, elbette ki özgürlüğün, ‘sınırlanmamış yaratı özgürlüğü’nün ta kendisidir.
Bu üç ana başlıkla,  yaratma sürecinin içiçeliği,  sayfalar sürecek oldukça oylumlu bir araştırma ve yazının konusu olacak boyutta ve varsıllıkta. Ne ki, bu üç ana damarı besleyen ve kendisi de beslenen ‘özgürlük’ öyle kolayca baştan savılabilecek ve kısa değinilerle kotarılabilecek bir kavram değil.
Toplumları yöneten politikaların ve politikacıların, o ülke insanları kadar yeryuvardaki tüm canlıların yaşamlarına ilişkin en yıkıcı / yapıcı kararlarla sahnede oldukları,  bir siyaset bilimci kadar olmasa da sade vatandaşın da bilgisi içindedir. Siyasi tarih; yıkanı yapanı, ezeni ezileni, sömüreni paylaşanı, akı karayı ...zamanın süzgecini ters düz etmeden gözümüze sokan ve us’tan daha keskin kılıcın olmayacağını sürekli haykıran ne ki sağır, ahraz ve kör usta  boyacılarla onların çırakları tarafından sürekli yamama işleminden geçirilen sayısız olayın fotoğrafını koyuyor önümüze. Her gün, her saat işleyen, yaşayan, yineleyen, onaran, örtbas eden bir karşı güce, erk dediğimiz,  yöneten dediğimiz o yıldırıcı kıyıcı güce  karşın, özgürlük muştusunda birleşen halkın / yönetilenin / ezilenin önünde ışıltısıyla duruluğuyla öylece duruyor gerçeğin ta kendisi. Gerçek ki, çağlar boyu üstü örtülemeyen, dokusu kapatılamayan, ışığı kesilemeyen, balçıkla sıvanamayan güneş örneği öylece duruyor direncin ve özgürlük savaşçılarının gözleri önünde.
Bütün halklar, bütün mazlum uluslar ülke ve dünya tarihlerine izlerini düşerken, politikanın mancınığıyla fırlatıldılar siyasi tarihin karnına. Kıyımla kanla yönetenlerin, zalimlerin dönemi kapandı, adları kanla kardeş olanların soylulukları tarihin çöplüğüne atıldı, birer tarih oyunu olarak kaldılar uslarda. Halklar ölümsüzlüğü dölleyerek  baskı ve zulümlerden can toplayarak dirilmeyi başardılar her seferinde. Halkların ölümsüzlüğünün dölü sanatçıların dilinde, gözünde, usunda, direncinde, özleminde, dayanışmasında yeşerdi kuşkusuz. Tarih bunun örnekleriyle dolu.
Victor JARA’nın And Dağlarından,  dünyanın her yerine akan onurlu sesindeki direncin, Şili halkı kadar tüm dünya halklarının özgürlüğü için de söylenen şarkılarının ülküsü, sömürgeciliğe ve kolonyalizme karşı uluslararası düzeyde bir bağımsızlık mücadelesini işaret ediyordu ve gitarında büyüyen  özgürlük  direnci  o faşist katliamın o trajik sonun ardından birer birer kırıp kopardıkları parmaklarıyla çaldığı direnç ezgileri tüm dünya uluslarına istenenden daha fazlasını bağırıyordu / bağırıyor bugün bile çığlık çığlığa.
Victor JARA’ya o direnci veren ve elbette  -her koşulda- sesinin kısılmamasını sağlayan ruhundan, bedeninden, usundan taşan özgürlük inancıdır. Özgürlüğün sonsuz sevincidir; yarattığı ezgilerden halka ulaşan, silahların gölgesinde, birbirine  kenetlenerek   devleşen halkın dilinden stadyumlardan taşan ve darbe askerlerini çileden çıkaran.
Siyasi baskılarla, sürgün, hapis, işkence, yıldırma yoluyla sağlığından özgürlüğünden edilen sanatçıların yaratma süreci incelendiğinde beklenenin aksine devleştikleri ve ölümsüzlüklerini yaratan eserlere imza attıkları görülür. Yaratma sürecine uygulanan bu yıkıcı müdahale iktidarların geri tepen silahı konumundadır ve tarih yüzlerine patladığının örneklerinden geçilmez. Şeyh Bedreddin, Pir Sultan Abdal, Nazım Hikmet, Ruhi Su,  1940 Kuşağının bütün özgürlük /bağımsızlık direnişçileri – ki Enver Gökçe’nin acıların basıncıyla granitleşmiş bir yürekle yaşamınca yoksulluğa, yalnızlığa, ölüme bırakıldığı sadece bir örnek olarak bilinsin istedim- 1970 ve 1980’li yılların askeri muhtıralı, kıyımlı, yıkımlı, idamlı, işkenceli günlerinden şiirle, romanla, öyküyle ve sanatla,   sanatın sessiz başkaldırısındaki amansız kavgaya ve direnişe sığınarak geçen bütün sanat yaratıcılarına sorulmalı “Özgürlük” ne menem bir şeydi ki ona sığınırken yarattınız, yaratırken kıyıldınız, kıyılırken ölümsüzleştiniz, diliniz eliniz direnciniz ülkünüz idealleriniz usunuz sesiniz yarattıklarınız nasıl kutsal nasıl kutluydu ki halkların bağrına ateşli mühürler gibi basıldınız. Dağladığınız o yüreklerdeki izinizle, ulusların kaderleri üstüne oynanan oyunlar bozuldu, halklar kenetlenmeyi öğrendi, özgürlük dal budak salmayı başardı.
Çünkü onlar yaptıkları, yarattıklarıyla sanatın, her türlü sömürü ilişkisinin reddi üzerine kurulduğunu ve gündelik hayatla sanatın birbirinin düşmanı olduğunu, sanatın aslında varoluşunu bu tehditlerden beslediğini, sanatın ana damarının halkların reddeden çığlığından beslendiğini de haykırdılar. Gündelik olanın, kabul edilenin, aklın yoluna girmiş suskunun ürettiğinin sanat olmadığının da altını çizmiş oldular. Andre GİDE “Şiir baskıdan doğar.” derken tam da bu noktaya parmak basıyordu sanırım. Baskının sindiremediği, susturamadığı ses ve yürekle dokunuyor ölümsüz sanatın ilmeği demek ki.
İşte sanatçının verili kurallarla ve verili olanı kabullenmeye gönüllü halkla olan bu çatışması, toplumun daima kendi istediğinin, beğendiğinin yapılması isteği karşısında sanatçının sanatın doğruları ile çalışma isteği de ağırlıkla ‘yaratı özgürlüğü’nün önünü kesen öğeler olarak görülmekte. Bilindiği gibi, REMBRANDT o ölümsüz tablolarından birini sipariş  üzerine yapmaya başladığında,   kendi sanatçı ve yaratı  özgürlüğünün gemleyemediği dürtüleriyle isteneni değil, fırçasından akanı dökmüştü tuvale ve resmi sipariş veren muhafız alayının önde gelen kişilerinin tabloda kendilerini görememeleri sonucunda, resim sanatının o muhteşem tablolarından birini beğenmeyerek sanatçının beğenilmemesi, reddedilmesi, para kazanamaması yönündeki yıkıcı propagandalarıyla  sanatçıyı yoksulluk ve sefalete sürüklemişlerdi. Oysaki REMBRANDT, sanatın doğrularına göre hareket etmiş, insanların egoları neyi istiyorsa onu değil, resim neyi gerektiriyorsa onu yapmak için yaratı özgürlüğünün sınırsızlığına sığınmayı başarmıştı.
Yaratı özgürlüğünün, aklının, duygularının doğanın izinden gitmeye zorladığı ve resim tutkusunun sınırsız düş gücüyle parçalanıp farklılaşarak onu VAN GOGH yapan olağanüstü ve olağan dışılıklara taşıdığı o tablolar, sağlığında anlaşılamayarak ressamını bunalımlara taşırken günümüzde milyon dolarlara satılmasının yaratı özgürlüğünün bir oyunu olmasıyla ilişkisi vardır sanırım.
Yaratırken akla değil, akıl üstü bir enerji patlamasıyla özgürlüğünün sınırlarına dayanır sanatçı ve o sınırları yıkması ölçüsünde özgünleşir, yaratıcığını keskinleştirir. Sanatçının dünyanın gerçeklerine uymak gibi bir zorunluluğu yoktur, olamaz. Sanatçı yerdeki kilimi bir nesneden öte algılayıp özneleştirerek görürken,   bütün açılardan bütün ışık açılarıyla desenlerini, renklerini, örenin ellerini duyuş ve düşünüşlerini görürken, konuştururken hem de, sıradan insan için, oturulacak bir nesneden bir yaygıdan öte bir anlam ifade etmez aynı kilim. Çünkü  FREDERICK J.FRESE ( psikolog, şizofreni hastası, sanatçı) “Akıla ve mantığa uygunluk bağlantıları ile sarılı bir dünyada yaşıyoruz.” derken, aklın ve mantığın sanatın dışladığı öğeler olduğunu ve sanatçının göz önündekiyle değil görülemeyen yüzdeki düşsel trafik içinde,  duygularıyla, yaratma sürecindeki dinginliği, özgürlüğü ve özgünlüğüyle yol alıp söz sahibi olabileceğini,  onu sanatçı yapan unsurların da bunlar olduğunu belirtmek ister. Aklın ve mantığın çizdiği sınırlar içinde bilim,  dışında sanat yaşam alanı bulur kendisine ve sanatın düzenin bir metası olmaması için, teknolojinin bir nesnesine indirgenmemesi içindir mücadelesi.
Anton ÇEHOV,1888’de Alexei Plescheyev’e yazdığı bir mektupta “...Benim gözümde, kutsalların en kutsalı, insan bedenidir, sağlık, zeka, yetenek, esin, aşktır ve sınırsız özgürlüktür- baskıdan ve sahtelikten kurtulma özgürlüğü- konu nasıl dile getirilirse getirilsin. Büyük bir sanatçı olsaydım, yazılarımda bu ilkelerden şaşmazdım.”diyor. ‘ Baskılardan ve sahtelikten kurtulma özgürlüğü’ dür ki, onun Sahalin Adası’ndaki kürek mahkumlarının yaşama koşullarının düzeltilmesi için başlattığı mücadelesini, kolera salgınında yaşadığı çiftliğin dışındaki hasta köylülerin yardımına koşmasını, Dreyfus Davası’nda dostu Zola’yı sonuna kadar desteklemesini,  önemli kılar ve onu sorumluluklarını, bireysel ilkelerini hayat ve özgürlükler için ne denli saygın bir noktada tuttuğunu da netleştirir.
Sanatçı, yaratısının her hücresine kendi özgürlük ve özgünlüğünü yerleştirmeyi başardığı oranda biricikleşir. Başka sanatçılardan ve yaratı örneklerinden ayrılmanın tek yolu, denenmemişin, söylenmemişin, yapılmamışın, yani ilk olmanın dayanılmaz coşturuculuğu içindeki, özgürlük ve özgünlüğü keşfetmek ve sanat estetiği içinden bakabilmenin gücüne ulaşmaktır. Yazar / sanatçı; özgürlüğüyle gerçekleri değiştirme, gerçeklere tıpatıp uymama hakkına bile sahipken ‘ kurmaca gerçeklik’ dediğimiz yaratma özgürlüğünde  at oynatırken, eleştirmenlerin şu ya da bu şekilde özellikle tarihi olaylar üstüne kurgulanan roman ve öykülerde döneme aitlik ve doğruluk/ gerçeklik araması sanatçının yaratıcılığına ve özgürlüğüne sınır koyma değil de nedir?
Kurmaca gerçeklik demişken, Nedim GÜRSEL’in  “Boğazkesen” adlı romanındaki,  tarihle bu günün iç içeliğinin, yazarın bu günle tarih arasındaki gidiş gelişleriyle olaylar arasında oluşturduğu doku uyuşması onun kurgulama özgürlüğünün başarısı olarak değerlendirilmeli. Nitekim Nedim Gürsel de bir söyleşisinde “Edebiyat temelde bir kurmacadır ve gerçek olduğu gibi zaten edebiyat yapıtına girmez. Dönüşmüş olarak, değişmiş olarak, kurmacanın kuralları çerçevesinde bu gerçek yeniden kurulur edebiyat yapıtında.”diyor.  İşte kurmacanın kurallarını ve gerçeğin gerçekliğinin sınırlarını saptayansa sadece yaratı özgürlüğü ve özgünlüğüdür. Tarihi romanlarda olayların birebir işlenmemesi ve yazarın ‘yaratma özgürlüğü’nden payını alarak bu güne taşması, bu günden geleceğe sesler ve örnekler taşıması, yazarın kalem ve dil özgürlüğüne kanıt teşkil eder.
SARTRE; “İnsan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır.”derken sanırım ‘belli bir biçimde söylemenin’ de farklı bir duruşun ve özgürlüğün ürünü olacağına da gönderme yapıyor. Sanatçının yaratma farklılığını ve diğerlerinden ayrılma özelliklerini belirleyen de bu özgürlük olsa gerek.
Sınırlarının çizilmemesi, çizilirse adının özgürlük -yaratı özgürlüğünün-olamayacağını haykırdığımız bu olağanüstü güzel sarhoşluğun içinde yalpalama özgürlüğünün olup olmadığını söyleşelim biraz da dilerseniz.
Evli, kocalı, çocuklu, akrabalı, komşulu yazarlar / sanatçılar penceresinden ‘yaratma özgürlüğüne’ konuk olmanın dayanılmaz cesaretini, bu cesaretin yıkıcı kıyıcı kahraman yaratıcı yanını irdeleyelim biraz da.
Ursula K.Le Guin “ Çocuklar küçükken onları yatırdıktan sonra yazardım, okula başladıklarında onlar evde yokken yazdım, şimdilerde inek nasıl otlarsa öyle yazıyorum.”diyor. Özgürlüğün hangi eli, bu yakıcı baskı ve zorunluluğun elini tutmak adına el olacak sanatçıya ya da yadsıyacak mı aile olmanın, çocuklarımızın kölesi olmanın gerçeğini. Yazmak, yazmak ve ruhunu yercesine yazmak adına ‘öğlene kadar ev işi yapılmayacak’ prensibi gereği oturağı temizlemeyip üzerini bir kağıtla örttüğü için komşularının esefle kınadığı Sylvia Plath için yaratı özgürlüğü hangi noktada başlar ve hangi noktaya dayanır. Toplum ve değer(sizlik)leri üstüne kurgulanan yaşam içinden sorularla, sorgu(lama)larla, yanıt(sızlık)larla yol almanın savaşındaki yazar/ sanatçı kendini bir yerlerde kaybetmiştir, mutlaka bulacaktır, niyeti öylesine nettir ki özgürleşmenin bedeli olan her şeye atılmayı da bedel üstüne bedelle finanse eder.
Yazarın/ sanatçının yeteneğinden taşan, ancak yaratma sonucu soğuyacak ve onu rahatlatacak ussal ve yetisel ateş,  bu soğumaya uygun zemini bulamama sonucu kişiyi ölümün / intiharın kucağına itebilecek yazık ki. Bu boşalmanın ve ruhsal soğumanın zamanı, zemini, uygunluğu, uygunsuzluğu değil midir ki  sanatçının agresif, şizofren, tutuk, silik..vb onlarca etiket altına çekilmesine neden olur. Yetenek vardır, biriken taşan söylenmek istenenler  taş, mermer, ağaç üstünde yontuya, tuval üstünde resme, kağıt üstünde yazıya dönüşecek, özgürce akacak yatağı yaratamadıkça, hangi  yaratıdan ve sanatçının varlığından söz edilebilir ki. Doğmadan öldürülen, kürtaj edilen ceninle, ifadesini bulamamış yaratının farkı neresindedir.
Sanatçının iç hazinesindeki gömünün ‘açıl susam açıl’ı,  sadece ve sadece onu gün ışığına dökmesine olanak sağlanması ve her ne olursa olsun,  her koşulda, sanatçının yasa sınırlamalarının yakıcı susturuculuğundan uzak tutulmasıdır. Bu da bütün özgürlüklerin kutsallığını aynı oranda tapılası bulan ve yaratı özgürlüğünü de kanında barındırmaktan asla vazgeçmeyecek olan çağcıl, usçu, dogmalardan arınmış, rüştünü kanıtlamış yönetimlerle olasıdır.Çünkü, yaratmanın ilk ve en önemli, en öncül koşulu “düşünce özgürlüğü”dür. Düşünce kelepçeli, baskı altında ve yasa ile sınırlandırılıyorsa üretici us, yetenek ve yaratı siner, yaratma yetisinin sinmesi, sanatın her alanında öldürücü ve yıkıcı bir güç olarak gösterir kendisini. İslam toplumlarında, yontu, resim ve sahne sanatlarına getirilen dinsel, toplumsal yasa ve yasaklar tüm dünyanın sanat belleğinin en acıklı anımsamalarındandır kuşkusuz.
Yaratmak için bireyin, özgürlük duygusunu içselleştirmesi gerekir. Bu, yönetimlerin yönettiği bireyine sağladığı, özgür düşünme erdemini yaratıp yaşatabileceği ekonomik, siyasal, inançsal  serbestilerle olasıdır. Gerçek anlamda demokrasinin egemen olduğu çağdaş toplumlar, bunun alt yapısını kuran ve vazgeçilmezliğini yasalarıyla güvence altına almayı başarmış toplumlardır. Sanatçılar, bilim insanları, üniversiteler, iletişim (yazılı, görsel, sözlü) kurumları başta olmak üzere tüm toplum bu çağdaşlaşma ve özgürleşme bilincinin her koşulda yaşaması ve yaşatılması adına heyecanla görev ve sorumluluklarını yerine getirme zorunluluğundan vazgeçmemelidir. Yoksa senin istediğin özgürlük saçaklı, tü kaka, benimki içinde kutsalı barındırdığı için elzem mantıksızlığı çerçevesi içindeki çırpınışlar 301 kere maşallah dedirtecek rezaletlerle renklendirildikçe, ‘özgürlük’ kavramı her üstü açıldığında boğucu kokular ‘yayan’a  dönüştürüldükçe ve nalıncı keseri anlayışıyla yontmaya devam edildikçe “özgürlük” sözcüğü daha bir kutsallaşarak bayraklaşmakta ise illa ki, bilinçli olmaya, örgütlülüğe, uyanık olmaya ve direnmeye zorunluluk var.
Euripides “Bir kimsenin düşüncesini açıklayamaması köleliktir.” derken,  Franklin D. Roosevelt “ Şarkıyı değil, ancak bir şarkıcıyı kafese koyabilirsiniz.” diyorsa ve hala dünyanın her yerinde bütün özgürlük savaşçılarının ortak haykırışı Sopheclus’un “Vücudum köle olsa da düşüncelerim özgürdür.” tümcesiyle hayat içinde kutlu bir direnişin parolası olarak yaşamaktaysa, “ÖZGÜRLÜK” yeni yaşamların üretilmesindeki en değerli döl vericiyse, sanatı/ sanatçıyı / insanı vareden ‘yaratı özgürlüğü’ adına en keskin olanı savunmaktan asla vazgeçmemeli insan. Ancak o zaman ‘insan insanlaşır, sanat sanat olma işlevine kavuşur, dünya yaşanası olur, sevgi, barış, erdem, emek döl tutar’.

                                               Mayıs 2008 / İzmir

 

( Bu yazı AKKÖY Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi / TEMMUZ- AĞUSTOS 2008
Sayı:49 Sf:19-21’de yayımlanmıştır.)